Ulver - Müzikte Karanlık

Ulver defalarca kez yolunu değiştirdi, hep aradı ve hep buldu. Black metal'den İskandinav folk'una, oradan deneysel rock'a, oradan elektronik müziğe, ve en sonunda saf karanlığa doğru giden bir yol. Müziğe "daha materyal" şeklinde bakarken Ulver müziği üzerine duyduğum şaşkınlık ve hayranlık şimdi daha farklı bir boyutta, sanıyorum. Üzerine bahsedeceğimiz albüm bir son durak değil, Ulver yeniden deneyecek ve yeni kanallar açacaktır, fakat bu albüme şu anda hangi noktadan baktığımı anlatmam gerek.


Bahsettiğim albüm Ulver'in 2007 tarihli son albümü Shadows Of The Sun. Yeni olan ne var bu albümde peki? Saf karanlık diyorum ben buna. Basık, iç karartıcı, genelgeçer şarkı formlarında pek bahsedilmeyen bir hissiyat veren... Evet, müzikte karanlık daha önce de karşılaştığımız bir olgu. Özellikle usta müzisyenlerin elinde "karanlık" imgesinin ne sonuçlar yarattığını biliyoruz. Ve yine belirtmeliyim ki bunu alelade bir "bunalım hissiyatı" ile karıştırmamanızı isterim. Sözgelimi The National'ın "Boxer" albümü de klasik bir karanlık hissiyatına sahiptir. Ya da Joy Division albümleri. Ya da -aranızda şaşıranlar olabilir- Radiohead'in "Kid A" albümü.

Fakat bu denli yoğun ve etkili bir hiçlik, zifiri karanlık hissiyatına denk elimde ancak ve ancak iki albüm var: Birisi Jacaszek'in "Treny"si, diğeri ise Henryk Gorecki'nin "Symphony Of A Sorrowful Songs" alt isimli 3. senfonisi. İnsanı bu denli hiç ve yalnız hissettiren bu saydıklarım gibi çok az albüm vardır.

Daha ilk şarkı "Eos" ile hayattan bezeceğinizin garantisini veriyorum. Bu denli de iddialıyım.

Dinleyelim, abartmadan, aşırıya kaçmadan. Zarar vermesin.

Blk Jks - After Robots

Afrikalı experimental/progressive/alternatif rock grubu Blk Jks, benim için son zamanlardaki en güzel müzikal süpriz. Bir yorum okudum haklarında, "Afrikalı Mars Volta" deniyordu kendilerine. Ben "daha da fazlası" diyorum kendileri için, tabiri cazise İkpeba'lar, İbafemi'ler ile kurulu bu güzelim grup için. Müzikleri daldan dala atlıyor, çoğunlukla progresif ama çok melodikler. Caz desek de olur hallerdeler bazı bazı. Ama öncelikle dikkatimi çeken şey, prodüksiyon olarak After Robots'un çok usta çok kendini bilir durması. İlk albümünü çıkaran çoğu grupta rastlayamayacağımız bir incelik var şarkılarda. Melodiler şahane. Enstrüman performansı üst düzey. Vokaller ayrıca övgüyü hak ediyor.


Daha ne olsun? İddalı olacak biraz ama yılın kazancıdır kendileri. Herkese öneririm

Denge


...Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız.

Turgut Uyar

House M.D.


Six Feet Under da izledik, Seinfeld de, Mad Men de, Lost da, ne bileyim ne varsa izledik işte dizi babında bu alemde. Ama doktor Gregory House'un dedektiflik maceralarının anlatıldığı "House M.D." gibisi kanımca gelmedi. Temelde bir hastanenin tanı koyma ekibinin başındaki bir doktor ve 3 kişiden oluşan ekibi, bir vakayı alıyorlar, önce hastanın sorununu buluyorlar, sonra yanıldıklarını anlıyorlar, ve en sonunda Doktor House üstün bir bir mucize yaratarak tanıyı koyuyor ve vaka çözülüyor. Hemen hemen her bölümde aynı şey başımıza geliyor fakat biz 6. sezonu da ağzımızdan salyalar akarak izliyoruz, işte burada durup sormak gerekir. Peki neden izliyoruz?


İlk olarak House'u canlandıran Hugh Laurie benim hayatımda gördüğüm en müthiş performansı sergiliyor. Tek başına tüm diziyi çekip çeviriyor: "pure evil" karakteri, kural tanımazlığı, aksiliği, müthiş hazır cevap zekası ile etrafındaki herkesi alaşağı edip onlarla oyunlar oynuyor sürekli. Kesinlikle bir dizide gördüğümüz en zekice kurgulanmış ve performansa dökülmüş karakter bu. Ve sonuçta konsept bu dizinin bir hastane dizisi olması yönünde tasarlanmamış, bir dedektif romanı okur gibi izliyoruz çoğunlukla olayları. Hatta dizide bolca geçen ve ilgili olmayanlara yabancı gelecek tonla tıbbi terimlere hiç takılmamamız da bu yüzden, çünkü o kısım bizi çok ilgilendirmiyor.

İzlemeyene üzülürüm, bu yazıyı okuduktan sonra da izlememeye devam edene kızarım. Beni üzmeyin, izleyin


Söz Kuşlarından Kalan Parıltı


Gazeteci Yasemin Arpa'nın 91-92 seneleri arasında Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yapığı söyleşiler "Söz Kuşlarından Kalan Parıltı" ismiyle kitap olarak yayımlanıyor. Söyleşilerin bu kadar geç yayımlanmasının nedeni Fazıl Hüsnü'nün bunların ancak ölümünden sonra yayımlanmasına izin vermesi. Fazıl Hüsnü geçen yıl öldü ve kitap ancak yayımlanıyor (Evet bir büyük şair öldü geçen yıl, çoğu kişinin haberi bile olmadan...). Kitabı daha almadım, fakat kaynak aldığım Sabah gazetesi kitaptan bazı alıntılar yapmış. Çok ilginç, hatta tartışma yaratacak cümleler var:


- Ben çok kız çocuğuna aşık oldum. Onlarda hem çocuk hem de hanım tadı var./...Asıl aşk onlarda...

- Çoğu yerde evlenmiştir sözcüklerim, sevdiklerimle değil sevmediklerimle.

- Benim bütün yazdıklarım kadınların sevişmesini kolaylaştırmak için.

- Nazım Hikmet için: Şiiri Türk değil, Türkçeyi izlememiş ve uygulamamış, imge yok.


Çocuk ve Allah'ı okuduğum şu günlerde yeniden Fazıl Hüsnü ile karşılaşmak çok memnun etti beni. Bu kitabı da almak görevimiz olsun.

AHAHAHAHAHAHA


Chp grubundan Öcalan'ın sözlerine alkış isimli haberi okudum sabah, hala gülüyorum. CHP'nin nasıl otomat bir hale geldiğinin harika bir resmi bu. Adamlara ana avrat küfür etsek ardından bir Atatürk özdeyişi patlatsak bizi de alkışlarlar. Tek tutundukları dal bu çünkü. Yazık be.


Ha yine de merak ediyorsanız, gidip her seçim oyumuzu paşa paşa CHP'ye veriyoruz, o da bizim şapşallığımız olsun artık.

Metallica


E2'yi bir açtım, Metallica! Kim ne derse desin, yaşım olmuş 25 ama ben hala hastasıyım, hayranıyım Metallica'nın, bu adamları bu yaşlarında dimdik gördükçe de çok mutlu oluyorum. Late Night with Jools Holland diye bir programa katılmışlar, 6-7 tane müzisyen ya da grupla beraber. Programın formatı bir sen bir o söylesin şeklinde olunca yalnızca iki tane Metallica şarkısı dinleyebildik: Cyanide ve Enter Sandman. Eh buna şükür.


Bir de şu var, geup Enter Sandman'ı çalarken diğer tüm müzisyenlerin şarkıya eşlik ettiklerini gördük, Metallica'nın büyüklüğünü bir kez daha tasdik ettik. Kralsınız diyorum.

Looking for Eric

Bazı filmlerin estetiğini sorgulamak doğru değil gibi, masal havasında giden, bir de insanın ilgisini daha baştan çekecek bir öğesi bulunan filmler mesela. Evet, kamera açılarına, senaryo klişelerine ya da oyunculuğa falan takılmadan izlenen o filmlerden bahsediyorum işte. Looking for Eric böyle bir film olmuş. Eric Cantona gibi bizim kuşağımızın izleyebildiği o efsane kişiliği filmin ortasına oturtup bir masal anlatıyorsunuz ve biz de izliyoruz. Olay bundan ibaret.


Cantona kendini oynarken gayet klas, bildiğimiz tanıdığımız Cantona yani. Mutsuzluktan intihar noktasına gelmiş bir İngiliz'in hayali arkadaşı oluyor ve ona öğütler vermeye başlıyor. İşte gerisi bilindik hikaye: biraz drama, hafiften gaz, mutlu son. İzletiyor ama kendisini kesinlikle, sıkmıyor hiç.

Cantona'nın "hayatının en iyi an"ını anlattığı sahne ayrıyeten çok güzel.

İzleyelim.

FM 2010 ilk izlenim...

... Çok iyi! Şu FM'yi biraz da zorunluluktan oynuyorduk, binlerce saçma ve mantık dışı hadisesine rağmen, fakat FM 2010'un demosu bize ümit vermeye yetti. Çok daha pratik menüler, yardımcı antrenörlerle daha etkili iletişim, mantıklı hale sokulmuş maç motoru. Bakalım tam sürümü nasıl olacak. Şimdilik notumuz gayet yüksek

Papirus

Açlıktan ölsem de, iki kuruş para kazanınca kendime hediye alma lüksümden vazgeçemiyorum. Ama bu seferki çok değerli: '66 senesinde Cemal Süreya'nın çıkarttığı Papirus dergisinin ilk 9 sayısının cildi! Çok iyi para bayıldım fakat parayla ölçülemeyecek kadar değerli bir parça bu. En azından benim adıma. Mutluluk ne güzel şey.


Garip ve açtığı kanallar yeni bir devinim getirirken onu önemsemeyen ve Garip'ten sonra da varlığını sürdüren iki önemli şair var şimdi sırada; Attila İlhan ve Fazıl Hüsnü Dağlarca.


Attila İlhan şiirimizin yalnız şovalyesi, tek başına cephe açma uzmanı. Garip döneminde şiirin küçük adamın dertleriyle ilgilenmesine karşı çıkmış, 2. Yeni döneminde de akımın karşısına "Mavi" akımıyla gelmiştir. Bu hareketlerin ilkinde etkisiz, ikincisinde ise en azından kendisinden bahsettirmiş olma durumunu yaşamıştır. Hem dışlanmış, hem de büyük şair görülmüştür.

Nedir Attila İlhan'ın şiirimize getirdiği o zaman? Şudur; imge ve görüntü çılgınlığının ilk demleri Attila İlhan şiirinin imzası olarak çıkmıştır. İlk şiirleriyle Nazım etkisinde bir toplumcu şairken, zekasının ve vizyonunun etkisiyle Paris yolculuğuna çıkmış, oradan şiirinin yapısını ve imge düzenini tamamen değiştirerek gelmiştir. 1950'lerde "Sisler Bulvarı"nın çıkışıyla aslında çok şey değişmiştir şiirimizde, etkileri oldukça belirgindir. Artık "Avrupa Sineması"ndan alınmış görüntü olanakları, Rimbaud-Aragon etkileri, çarpıcı ve geniş bir imgeleme olanağı. Denilebilir ki 2. Yeni'nin ilk kökleri Attila İlhan şiirindedir, imge sistemini oradan almıştır. Bu konuda Attila İlhan'ın hakkı yeteri kadar verilmemiş gibime geliyor.

Diğer yandan Attila İlhan 2. Yeni'ye de karşı çıkmış, onun karşısına "Sosyal Realizm" ile ya da "Mavi" hareketi ile gelmiştir. Yapı olarak çok benzeyen bu iki şiir neden çarpışmıştır peki?

Attila İlhan'ın zayıflığı da tam bu noktadan gelmekte diye düşünmekteyim. Attila İlhan bir sosyalisttir, ve şiirimizin kurtuluşunun çağdaş imge düzeniyle sosyal konuları birleştirmekle olacağını düşünmektedir. Yani bireysel bir şiiri reddetmekte, dahası onu dikta şiiri olmakla suçlamaktadır. Üstelik en kişisel aşk şiirlerini de o yazmakta olduğu halde.

Bunu sonucu olarak düşüncem şu; büyük bir zeka, büyük bir vizyon, büyük bir deney, büyük bir cesaret, aynı düzeyde olmayan bir yetenek, ve hatta onu şiirde var edip yazında yok eden büyük bir inat, büyük bir iddia. İddiasını kazanıp kazanmadığı, kumarının tutup tutmadığı hala belli değil.

Ulaştığı bazı yüksek noktalar şiirde yeni kanallar açmış, ama şiirin yan sorunlarında, siyasada, muhalefette, düşünsel anlamda, hep cephede olmak onu yalnız bırakmıştır. Çok çalışmış, çok eser vermiş, hep kendine güven ile hareket etmiştir, ama şiirini değiştirmede gösterdiği vizyonu düşünsel anlamda gösterememiş, hep kavganın içinde olmuştur.

Cemal Süreya'nın müthiş bir saptaması vardır Attila İlhan hakkında; "Nükleer bir ciddiyetle çelik çomak oynayan Türk genci". Okuduğumdan beri bu cümleyle düşünüyorum onu. Bence daha iyi bir tanımlama olamazdı.

Fazıl Hüsnü belki de bazı yönlerden eşsiz bir şair. En mistik, en usta, en farklı şair hep o. Gerçekten çok fazla şiir yazmış, çok fazla aşamalardan geçmiş olmasına rağmen büyüklüğünü hiç kaybetmemiş, hep diğerlerinden farklı kalabilmiştir. Hiç bir akıma bağlı kalmamış, hiç kimseden etkilenmemiş, hiç kimseyi de etkilememiştir. Yine Cemal Süreya'nın bu konuda harika bir saptaması vardır: "Fazıl Hüsnü diye bir adam olmasaydı, onun yazdığı gibi bir şiir hiç olmayacaktı". Bu denli kendi alanında yalnız ve hükümdar bir adamdır o.

Çok geniş bir şiir evreni olmamasına rağmen her konuya eğilmiş, ve her konuyu kendine mal edebilmiştir. Yapıtlarında evrensellik de vardır, milliyetçilik de. Bireyi, Allah'ı ve çocuğu, bir karıncayı, taş devrini, ilkelliği, çağdaşlığı hep o kendine özgü imgeleme sistemiyle ik o şiirine sokmuştur.

Büyük yetenek, büyük zeka, büyük deney. Deneyi sadece kendi içinde ve özgündür, çağdaş şiir akımlarıyla alakasızdır, zekası ve yeteneği de başka şairlerle karşılaştırılabilecek kategoride değildir. Daha iyidir ya da daha üstündür demiyorum, daha farklıdır diyorum.

Çok farklı bir adam, bütünüyle yalnız ama tamamiyle de özgün.

Türk şiirinde bir Fazıl Hüsnü olduğu için kendimizi şanslı hissetmeliyiz diyorum.

Sonraki yazımızda 2. yeni şairleri, onları hazırlayan sebepler, öncüler, yancılar, bütün bir değişimden bahsedeceğiz.

"Garip" akımı ya da "1. Yeni" Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet isimli üç gencin "Garip" isimli ortak bir şiir kitabı çıkartmasıyla başlar. Kitabın ünlü önsözünde Orhan Veli "...Edebiyat tarihinde her yeni vereyan şiire yeni bir hudut getirdi. Bu hududu azami derecede genişletmek, daha doğrusu şiiri hududttan kurtarmak bize nasiboldu..." der. Şimdi bu ne demektir? Varolan hudutlar ve onun aşılması ne anlamda bir yenilik getirmiştir? Bunlara değinelim.


"Garip" şiirinden önce daha önce ele aldığımız modern ozanlar dili temizlemiş, onu zengin zümrenin eğlencesi durumundan halka indirmişlerdi, yani artık şiir de halk tarafından okunabilir bir şey olmuştu. Fakat şiirin yaygınlaşması ve tam anlamıyla halk sanatına dönüşmesi Garip şiiriyle mümkün olmuştur. Bu üç genç şair, ortaya koydukları yeni şiir düzeninde dili en basit ve en anlaşılır hale getirmişlerdir. Artık söylenilen şiiri herkes anlayabilmektedir.

Garip akımı eski şiir düzenini yıkma arzusuyla geir. Nedir bu: Eskiye dayanan ne varsa yıkılmalıdır, dil ağırsa hafiflemelidir, şairanelik kalkmalıdır, herkes şiir söyleyebilmelidir. Şiir artık küçük adamın işidir; şiire sokaklar girer, evler girer, küçük adamın küçük yaşantısı girer. Cemal Süreya'nın deyimiyle "Şiir kasket giyer, elma yer, halkın arasında dolaşır." En kolay söyleyiş, halk diline yaslanış, şiirin basit ve küçük adamın, sıradan hayatların işi olması... Bu aleladelik sizi yanıltmasın: Oldukça metodik bir harekettir Garip hareketi, ve Türk şiirinin yatağını yerinden oynatmayı başarmıştır.

Bu üç şair de ilk başta aynı şiiri yazarlar. Daha sonra yavaş yavaş Orhan Veli toplumcu bir dil oluşturmaya, Oktay Rıfat folklöre, Melih Cevdet mantığa yönelir.

40'ların başlangıcından Orhan Veli'nin ölümüne kadar geçen 10 senede Türk şiiri, Garip akımı egemenliği altında kalır. Tüm genç ozanlar çoğunlukla metodik, azınlıkla ise dil özellikleriyle akımın etkisi altından kurtulamazlar. Savaş kazanılmıştır. Peki ya ölçütlerimizde bu üç şairin ağırlık noktaları nelerdir?

Büyük ruhani lider Orhan Veli ölümüne değin iki aşamadan geçer. Yeteneği ilk aşama olan "Garip" şiirine ruh verir ve onu mümkün kılar. "Garip" şiiri tek kişiye indirgense Orhan Veli'dir. Bunu diğerlerine haksızlık yapmak için sylemiyorum kesinlikle, fakat akımın bayrak taşıyanı odur. Dili ve şiiri değiştirebilmek için verdiği savaş onu yer yer kötü örnekler vermeye de sürüklemiştir şüphesiz.

Başarıysa en büyük başarı ondadır. Tüm ülkenin en çok tanınan şairi sanırım hala odur.Yeteneği ve deneyi de onu üstün kılar.

Oktay Rıfat, "Garip" döneminde yaşama sevincini aktarır hep, kıpır kıpır bir dünya sunar. "Garip" sonrası birçok etkilere girer, örneğin ileride "Garip" ile taban taban zıt bir şiir görüşü sunan "2. Yeni" şiirini dahi sahiplenecektir.

Melih Cevdet us ile lirizm arasında mekik dokur, ve hep bilge olarak kalır.

Yine de ilk dönemlerde bu üç şairin birbirinden ayrılmayacak denli benzer yazdıklarını unutmamak gerekir.

Garip şiirinde yetenek bakımından bir eksiklik görmüyorum. Başarı konusunda da keza... Fakat Orhan Veli kendisini "gerideki her şeyi" yıkmaya adarken, diğer iki ozan da bu deneyi göremiyoruz. En azından bu denli yoğun olarak...

Derecelendirme ölçütlerimize vurursak Oktay Rıfat diğerlerinden daha yetenekli durur. Deney/Zeka Orhan Veli'dedir.

Başarı hepsinde, ama en çok da Orhan Veli'de.

Dili sadeleştirip halk arasına indirebilmeleri onları büyük yapar. Ama şiir doğası alınan etkilerin bir tepkiye dönüşmesi şeklinde gelişir, onlara karşı çıkanlar da olacaktır.

Sonraki yazımızda 40 kuşağı toplumcularına bir göz atalım, çoğunlukla da Attila İlhan'a.


Yazımıza devam ediyoruz.


"Garip" şiirinin patlaması öncesi ve onunla koşut veya aykırı giden şairlere bakalım şimdi de.

Bu dönemde ilk dönemle "Garip" arasına sıkışmış birkaç önemli şair var. İsim olarak da büyük isimler bunlar. Bu isimlerin tanınmışlıklarında büyük ölçüde o dönemden günümüze kadar ilk öğretim ve lise edebiyat derslerinde baş köşede işlenmiş olmaları önemli yer tutar. Yıllarca - şiiri sürekli takip eden şiir okuyucularını ayrı tutalım - şair denilince akla bu isimler gelmiştir.

Faruk Nafız Çamlıbel'in bir büyük eseri var: Han Duvarları. Asıl atılımını yaptığı ve Milli Edebiyat literatürüne geçtiği eseri budur. Hece şairidir, şiirinin yapısını bu şekilde kurar. Uzun ve tanınmış şiirlerinde bir manzume havası yaratır. Çoğu şiiri Türk sanat müziği güftesi olmuştur.

Yeteneği ve zekasının önünde başarısı var Faruk Nafız'in, zamanının dönemini iyi etüt etmiş ve ona uygun eserler vermiştir. Hece şairidir. Aruzla da yazmıştır.

Zeka, humor, şiirinde bunlar yoktur. Duyarlık, hissiyat vardır. Büyük yetenek değildir. Yine de ismi günümüze kalmıştır, başarısı budur.

Cahit Sıtkı Tarancı da büyük isimdir, "Otuz Beş Yaş" şiiri ülkemizin en çok bilinen şiiri olabilir mesela. Fakat Cahit Sıtkı'da bir büyük yetenek de görüyoruz, çok değişik bir şairdir, zamanına göre de günümüze göre de. Şiirinin yapısı, dili kullanışı, hem anlaşılır hem de güçlü bir dil kullanışı ile öne çıkar. Zaman zaman Orhan Veli'nin etkisine girer, zaman zaman kendine özgü bir söyleyiş kullanır. Yeteneği doğrultusunda kafa karışıklıkları yaşamış, bir şiirinde ölümden bahsederken bir diğerinde yaşam sevinci konusuna hiç kanıksamadan girebilmiştir.

Deneyini Orhan Veli ile paylaşmış fakat yenilikçi ünvanını ona kaptırmıştır. Fakat Orhan Veli'nin zekası ve yeniyi deneme gücü onda yoktur, söyleyiş bakımından üstün sayılabilir Orhan Veli'den.

Şairane söz söylemeyi ondan daha iyi çok az kimse başarabilmiştir.

Ahmet Hamdi Tanpınar deyince bir büyü edebiyat adamı geliyor aklıma. Onun kadar bilgili çok az kimse olabilmiş. Onun kadar şiirden, edebiyattan çok az kimse anlayabilmiş. Elimde öğretmenlik yaptığı Galatasaray Lisesi'nde tutulmuş ders notları var. Nasıl bilgili ve eğitimli olduğu, ve nasıl büyük bir edebiyat adamı olduğu anlattığı her konudan, her cümleden o kadar belli.

Şiiri mi? Yahya Kemal'in yedeğinde, onun öğrencisi olarak sade, kendi halinde bir şiir. Yapısı belli, değerleri belli, verdiği vereceği belli bir şiir. Usta işi.

Fakat şunu görmezden gelemeyiz; Ahmet Hamdi'nin büyük yeteneğini şiirde sergilemediğini görüyoruz. Batı şiirini de Doğu şiirini de ondan iyi bilen olmadığı halde bir deneyi yoktur, hocalarından aldıklarının üzerine birşey koymamıştır. Belki bir zevkti şiir Ahmet Hamdi için, bir eğlenceydi. Ki bunda da kötü birşey yok. Bana öyle gibi geliyor.

Asıl gücü düz yazısındadır Ahmet Hamdi'nin. Başarısını orda incelemek lazım. Şiirde değil. Şiirdeki rolü yukarıda yazdıklarım.

Ahmet Muhip Dıranas klasikleşmiş birkaç şiiriyle hatırlanan (Olvido, Fahriye abla) fakat çoğunlukla üzerine eğilinmemiş bir şair. Fakat şiirinin yapısını ondan daha iyi kurabilen az şair vardır. Yapı sorununu kavramış ve aşmış bir şair Dıranas. Usta bir şair.

Bu dört şaire genelde baktığımızda şunu görüyoruz, hepsi kendi alanlarını oluşturmuşlar ve koza örer gibi o alandan ayrılmayarak, yapılarını hiç bozmayarak şiirlerini kurmuşlar. Dıranas da bu şekilde, Türk şiirinde büyük yetenek veya dnem başlatan bir isim olarak görülemez, fakat yerini de kimseye kaptırmayacak denli yerleşmiştir. Artık klasikleşmiş, bir kelimesi bile değiştirilemeyecek denli kusursuz örülmüş bir şiirdir onunkisi.

Garip öncesi şiirde müziğe ve yapıya büyük önem veriliyor. Bu dört şair de şiirlerinde müzikle ve yapıyla öne çıkmışlardır. Ustalıkları burdan gelir.

Biçimi bozmayı hiç düşünmemişler, büyük bir deneye girmemişlerdir.

Aralarında en yeteneklisi Cahit Sıtkı'dır, en zekisi Tanpınar'dır. Dıranas yapı olarak diğerlerinden daha üstün gibi gözükür. Bu iç şair Batı şiirini, Baudelaire'i Verlaine'ı analiz etmiş, onlardan kendilerine çok şey katabilmiş şairlerdir. Çamlıbel'de bu görülmez.

Belli başlı kanallar açmışlar ve dili daha da kolay kullanılabilen bir metaya dönüştürmüşlerdir. Bu yönleriyle bile Garip'e ve İkinci Yeni'ye neler kattıkları tahmin edilebilir.

Sonraki yazıda Garip şiirine girelim, 40 dönemi toplumcularına göz atalım.

İlk yazının ardından devam ediyoruz.


Nazım Hikmet Türk şiirinin büyük şairi. Nazım, ustası Yahya Kemal'den aldıklarını geliştirerek, onun içini doldurarak ve etkisini halka açarak devasa bir deneyi başarılı kıldı, aynı zamanda bir efsane olarak da adını tarihe yazdırdı. Yaşadığı hayat ile küçük şair olabilmek zordur zaten, şair biraz da -hatta çoğunlukla- karakteridir, onu yansıtabildiği yaşamıdır zaten. Nazım'da bu fazla fazla var.

Nazım Hikmet'e baktığımızda büyük bir yetenek görüyoruz. Dolu dolu, kabını aşan cinsten bir yetenek. Ondaki "çağımız Türkçesini görebilme" önsezisini çok az şair yakalayabilmiştir. Kendinden sonraki bütün bir Türk şiirini etkilemekle kalmamış, dil olanaklarını da o yırtmış, imgenin hasını da o yakalayabilmiştir. İlk zamanlarda Mayakovski'nin de etkisiyle aşırı müzik kaçan şiiriyle şiirde müzik deneyini denemiş, sonrasında daha duyarlı ve imgesel bir şiire de yönelmiştir. Özellikle hayatının son dönemlerinde çok fazla usta, çok fazla deneyci bir Nazım görüyoruz.

Nazım hayatını siyasaya adamasa böyle büyük şair olabilir miydi acaba? Bu soru yanıtını asla bilemeyeceğimiz ve bizi rahatsız eden bir sorudur. Çünkü Nazım'ın Türkiye'deki ağırlığı siyasası üzerinden değerlendirildi çok uzun süre, sevmeyen ideolojisinden sevmiyor, seveni de şiirine gereken özeni göstermeyip fikirsel yakınlığından seviyordu. Bu iki yüzlü davranış onun şiirini uzun süre nesnel bir değerlendirmeden uzak tutmuştur.

Fakat benim sorduğumuz soruya verebileceğim cevabım olumlu olacaktır, yani Nazım ondan ideolojisini ayıkladığımızda da dile getirdiği yenilikleriyle, hep çarpıcıyı, hep zor olanı aramasıyla, doğuştan gelen müthiş şiir yeteneğiyle yine büyük şair olacaktı, yine ismi baki kalacaktı.

Nazım Hikmet'i alın, onu "islami" bir ideolojiye koyun, Necip Fazıl'ı elde edersiniz. Benzerlikleri o kadar çoktur. Nazım'ın yaşadığı "büyük hayat" Necip Fazıl'da da vardır. Bu yüzden onun da aynı Nazım gibi büyük şair/yarı şiir ilahı mertebesine çıkartılması bizi şaşırtmamalı. Nazım'a sol çevrelerde verilen payeler, onun üstlendiği "bir kitlenin sözcüsü olma" durumu ve daha önce bahsettiğimiz "ideolojik fikirlerin şiirin önüne geçmesi" durumu Necip Fazıl'da da vardır.

Necip Fazıl'da yadsınamaz bir "fikrini şiir olarak söyleme" yeteneği vardır, fakat bütün hayatı boyunca hep aynı şiiri yazmış olması onu kopyanın kopyasına, kendini tekrar etmeye doğru götürmüştür. "İslam Yolu"nu benimsemeden önce yazdığı şiirlerini reddetmesi onun "fikri sanatın önüne geçirdiği"nin bir delili olabilir. İlk zamanlarından son zamanlarına kadar hep aynı şiiri yazmıştır, dil olarak, yapı olarak. Değiştirdiği tek şey ideolojisidir, ve şiirinin konusudur.

İki şair de şiiri bir "araç" olarak görmekte. Fakat Nazım sanatını boşlamamış, işi slogan şiirine ya da kuru propagandaya çevirmemiştir. Karısına yazdığı mektuplar, Moskova'dayken ülkesine ithafen yazdığı hasret şiirleri onun duyarlığını gösterirken, "Memleketimden İnsan Manzaraları" ile müthiş bir konu/biçim sentezine ulaşmış, "Rubailer" ile eski divan şiiri tarzıyla modern içeriği başarıyla ve özgün bir biçimde birleştirebilmiştir. Bu deneylerin her birisinde şiirin kalite düzeyinin düşmediğini, zekanın devrede olduğunu beliretlim. Fakat Necip Fazıl hep aynı noktada dönmüştür ve sanatı ideolojisine alet etmekten çekinmemiştir.

Necip Fazıl'da daha fazla baskın akıl görüyoruz, inancı akılla ortaya koyan, aklıyla doğayı inancına manipule edebilen. Büyük bir zekadır Necip Fazıl, fakat Nazım kadar büyük bir yetenek değildir, ya da o yeteneği törpülemeyi seçmiştir. Zekasını sanatını geliştirmek için değil de "nasıl daha iyi fikrimi anlatırım" düşüncesiyle kullanmayı seçmiştir.

Necip Fazıl'da yer yer müthiş imgeler, korkunç imgeler havada uçuşur. Nazım'da ise bir bilgelik vardır, o görkem ve kalın akan şiiri hep insana hissettirir.

Necip Fazıl'ın ideolojisinden sıyrıldığında çok iyi bir şair olarak görüleceğinden şüpheliyim. Ama büyük şairdir, zaten büyük şair büyük kitleleri harekete geçirmekle olunur.

Sonraki yazımızda garip dönemi öncesini ve onunla bağdaşmayan 30-40 senesi şairlerine bakalım.

Tanrının Gözü




Şimdi ilk olarak haber bu:


Görüntü müthiş, görsel bir zevk tabii ki. Fakat başlıktaki manevradan kıllandım hemen. Tanrının gözü falan zaten bir efsaneye dönüşmüş olan Milliyet'in internet sitesi haber yorumlarını galyana getirmek için mi yazılmış diye. Bir araştırma yaptım da değilmiş, günahını almayalım. Haber'in yurt dışı kaynakları da tanrının gözü diye bahsetmiş.

Haber'in altında artık klasikleşmiş bir yorum var "Tanrının gözü değildir, o her yerdedir, onun varlığının delilidir".

Bunun üzerine kafa yoralım biraz.

Ben müslüman bir anne babanın çocuğuyum da, aklımın az çok birşeylere ermesi zamanlarından beri kendi içimde tartışmıyor değilim, din, tanrı, cennet, cehennem diye. Kimbilir kaç arkadaşımla konuştum, kaç tanesine birşeyler anlattım, okudum ettim.

Nedir, bir Tanrı vardır, bizi yaratmıştır, evreni de bizim için yaratmıştır, burada yaptıklarımız başka bir alemde tartıya konulacaktır.

Bir kere bu tiyatro sahnesi durumu bana daha ilk başta saçma gelmekte. Bir Tanrı varsa (ki en başta söyleyeyim, ben Tanrı'ya inanıyorum) tüm evreni bizim için yaratmış olamaz. Milyarlarca gezegeni yıldız sistemi var, bu nasıl bir müsrifliktir o zaman. Uzaya da gerek yoktu ki, sadece tek gezegen yetiyor ne de olsa.

Şu tiyatro sahnesi de enteresan. Canlıları salıp hadi takılın, sonra ben sizi yargılayacağım denmesi. Üstelik kader/irade mevzusu var ki konuyu iyice içinden çıkılmaz hale getirecek.

Hiç dağıtmıyorum, bunlar sonra konuşulacak konular.

Ben Tanrı'ya inanıyorum. Cidden. Üstelik aklıma rağmen inanıyorum, inanmak istiyorum çünkü. Diğer önermeler bana daha dayanaksız geliyor. Big Bang falan mesela, hiç doğmamış, ezelden beri var olmuş bir yaratıcı olgusundan daha saçma geliyor. Aklım şu anda bile "nasıl daha saçma gelebilir?" diye isyan etse de senden daha büyük bir varlığa bağlanma ihtiyacı sanırım bu. Herşeyi çekip çeviren. Herşeyin berbat gittiği anda bir duan ile ortalığı gül badem yapabilen. Evet ben de insanım ve aklımı olayın dışında bırakmak bana çok daha rahatlatıcı geliyor. Belki asıl inandığım şey klasik "Tanrı" figürü yerine daha bir "doğa ana" ya da "enerji evreni" teorisidir.

Dinlere ise inanmıyorum.

Anlatmak istediğim ise şuydu; peki ne oluyor, kafasında bunu düşünmesi "sorgulamayacaksınız" komutuyla engellenmiş olan milliyet sitesi yorumcusu olan kişi, evrendeki bir kara deliği hemen "Allah'ın varlığının delili" görüyor.

Peki çıkıp bir ateist de bu olayı "Allah'ın olmayışının bir delili" olarak görebilir mi? Bence görebilir. Ya da bir Pastafarianist (evet o kadar yani) bu olayı "Flying Sphagetti Monster"ın bir delili olarak görebilir mi? Bence bu bile olabilir.

Peki bir olay aynı kategori içerisinde 3 ayrı olgunun da delili nasıl olabilir? İşte zurnanın zart dediği nokta burası. Herkes dünyayı kendi bakış açısından yorumluyor, ortaya da böyle binlerce din, binlerce hikaye, binlerce efsane çıkıyor. Başka birşey değil. Neye nasıl emin olabiliriz? Nasıl? Bunu öğrenmeyi çok istiyorum. Saf bir reddetmenin ya da katıksız ve sorgusuz bir kabullenişin de ötesine geçmek, tüm delilleri önüme koyup sezgilerim olmadan hareket etmek istiyorum. Çok mu şey istiyorum?

Eğer dinlere öngördüğü Tanrı gerçekse, bizi böyle sorularla ve sırlarla ortaya salıp bıraktığı için gerçekçi bir nedeni olmalı. Büyük ve tutarlı bir neden. Umalım ki olsun.

Bu arada araştırırken daha güzel bir Tanrı gözüne denk geldim. onu da koyayım, postu bitirelim.

Bir yazı ve bir adam


Bekr Coşkun'un hoş bir yazısına denk geldim. "Rock Çocukları" isimli yazının linki burada.



İşin empati yönü çok hoş tabii de, Başbakan'ın açıklaması ilgimi çekti. Bu ülkenin Başbakanı "benden olmayan benden kötüdür" zihniyetinde hala.

“...Giderken maalesef gençliğimizin bir bölümünün halini gördük. Üzüntü vericiydi. Böyle sınırsız-kontrolsüz bir ahlaki erozyonun olduğu yapılanma bizi dertlendiriyor” Bu da yazıdan alıntıladığım Erdoğan konuşmasından bir kesit. Arap zihniyetinde takılan adamlardan bu laf gelir tabi ne gelicek.

Komik tabi.


Şimdi Cumhuriyet sonrası filizlenip 40'larda bir kimlik kazanan, 50'lerde çıldırıp 60'lar ve 70'lerde yerini belirleyen bir şiirimiz var. Bunun üzerinden şairlere kısım kısım bakarak geçeceğiz.


Ölçütlerimiz belli, başlıkta bahsettik. Dikkate değer adamları konuşacağız burada, şiirmizi kuranları.

Yahya Kemal ve Ahmet Haşim belirgin ilk yıllarda, işte sonra Hececiler, Yedi Meşaleciler çıkıyor ama silinmeleri uzun sürmüyor. Onlardan da kalanlar var tabii ki. Ama Yahya Kemal, şiirimizin büyük adamından başlayalım.

Nedir Yahya Kemal, hem Batı şiirini hem Divan şiirini çok iyi incelemiştir, ve bunlardan çok klasik, çok ustaca bir şiir çıkarmıştır. Yetenek olarak çağına bakılarak emsalsiz olduğunu düşünüyorum, kurduğu yapı ustalık doludur. Bu onu - her şairin şiirinde görülmediği üzere- başarılı ve büyük bir şair de yapabilmiştir. Bir de şu yanılgının üstünden geçelim; Yahya Kemal'e buradan, bu çağdan baktığımızda ne kadar antik-eski-sade gözüküyor değil mi? Hiç deneysel sulara girmemiş gibi, kurduğu basit ve akıcı yapıda ilerlemiş gibi? Büyük yanılgıdır bu, Yahya Kemal'in kurduğu şiir başlı başına bir deneydir. Türkçeyi bu kadar akıcı hale getirmesi, böyle bir şairanelik büyük bir deneydir ve başarılı olmuştur. Fransa gezisinden geldiğinde "...ve sallandıkça o dallar, alevden portakallar" dizesini söyleyebilen bir şairden bahsediyoruz, daha ortada bu düzeyde hiç birşey yokken.

Haşim daha kapalı ve daha gizemli şiir söyleyen bir bağdat göçmenidir. Yetenek olarak Yahya Kemal kadar üst noktalarda göremiyorum onu. Sonraki kuşağı etkilemiş şiirleri bellidir; "Bir Günün Sonunda Arzu", "Parıltı", "Merdiven" gibi.

Haşim bilindiği gibi açık alanen yazılmış şiire karşıydı. Paris'e gittiğinde bir garsondan varlığını öğrendiği sembolizmi benimser. Fakat belirttimiz gibi, kapalı ve gizemli havası onu Cumhuriyetin ilk döneminde ünlü ve başarılı bir şair yapmıştır. Her daim büyük şair olarak anılacaktır, ben de katılıyorum bu görüşe. Giriştiği sembolist deney, Türk şiirine Batı'dan getirdiği gizemli-kapalı atmosfer yadsınacak şeyler değildir. Ama belirttiğimiz gibi, yetenek olarak üst düzey göremiyorum onu.

Aynı dönemde bir de Mehmet Akif gerçeği var, onu da atlamadan geçmeyelim. Bence Akif bir şairden çok bir hikaye anlatacıdır, bir manzume ustasıdır. Onu şair olarak göremiyorum bir türlü. Yeteneğinin ve zekasının modern şiirde yeri yok. Ama bahsettiğim gibi, bir milletin vicdanı ve sesi olabilmiştir, bu yüzden başarılıdır da. Fakat şair olarak kesinlikle değil.

Sonraki kuşakta 2 büyük şair öne çıkıyor; Nazım Hikmet ve Necip Fazıl. Burada duralım ve serinin sonraki yazısında konuya devam edelim.

Sex contains all


"Sex contains all" Walt Whitman'ın ünlü şiiri "A Woman Waits for Me" 'nin nefis bir dizesidir. Kendisini ilk İlhan Berk'ten duymuştum. Şöyle geçer o şiirde;

"...Sex contains all, bodies, souls,
Meanings, proofs, purities, delicacies, results, promulgations,
Songs, commands, health, pride, the maternal mystery, the seminal milk,
All hopes, benefactions, bestowals, all the passions, loves, beauties, delights of the earth,
All the governments, judges, gods, follow'd persons of the earth,
These are contain'd in sex as parts of itself and justifications of itself... "

Aldığım bu dize artık yeni blogumun ismi olmakta. İki blog eskitebilmiş olmak, az çok bir tecrübe edinmiş olmak ve yazmak; "Sex Contains All blog" bunların referansı ile açılıyor. Yeni olan herşey güzeldir diyorum.

Blogger Template by Blogcrowds