İlk yazının ardından devam ediyoruz.


Nazım Hikmet Türk şiirinin büyük şairi. Nazım, ustası Yahya Kemal'den aldıklarını geliştirerek, onun içini doldurarak ve etkisini halka açarak devasa bir deneyi başarılı kıldı, aynı zamanda bir efsane olarak da adını tarihe yazdırdı. Yaşadığı hayat ile küçük şair olabilmek zordur zaten, şair biraz da -hatta çoğunlukla- karakteridir, onu yansıtabildiği yaşamıdır zaten. Nazım'da bu fazla fazla var.

Nazım Hikmet'e baktığımızda büyük bir yetenek görüyoruz. Dolu dolu, kabını aşan cinsten bir yetenek. Ondaki "çağımız Türkçesini görebilme" önsezisini çok az şair yakalayabilmiştir. Kendinden sonraki bütün bir Türk şiirini etkilemekle kalmamış, dil olanaklarını da o yırtmış, imgenin hasını da o yakalayabilmiştir. İlk zamanlarda Mayakovski'nin de etkisiyle aşırı müzik kaçan şiiriyle şiirde müzik deneyini denemiş, sonrasında daha duyarlı ve imgesel bir şiire de yönelmiştir. Özellikle hayatının son dönemlerinde çok fazla usta, çok fazla deneyci bir Nazım görüyoruz.

Nazım hayatını siyasaya adamasa böyle büyük şair olabilir miydi acaba? Bu soru yanıtını asla bilemeyeceğimiz ve bizi rahatsız eden bir sorudur. Çünkü Nazım'ın Türkiye'deki ağırlığı siyasası üzerinden değerlendirildi çok uzun süre, sevmeyen ideolojisinden sevmiyor, seveni de şiirine gereken özeni göstermeyip fikirsel yakınlığından seviyordu. Bu iki yüzlü davranış onun şiirini uzun süre nesnel bir değerlendirmeden uzak tutmuştur.

Fakat benim sorduğumuz soruya verebileceğim cevabım olumlu olacaktır, yani Nazım ondan ideolojisini ayıkladığımızda da dile getirdiği yenilikleriyle, hep çarpıcıyı, hep zor olanı aramasıyla, doğuştan gelen müthiş şiir yeteneğiyle yine büyük şair olacaktı, yine ismi baki kalacaktı.

Nazım Hikmet'i alın, onu "islami" bir ideolojiye koyun, Necip Fazıl'ı elde edersiniz. Benzerlikleri o kadar çoktur. Nazım'ın yaşadığı "büyük hayat" Necip Fazıl'da da vardır. Bu yüzden onun da aynı Nazım gibi büyük şair/yarı şiir ilahı mertebesine çıkartılması bizi şaşırtmamalı. Nazım'a sol çevrelerde verilen payeler, onun üstlendiği "bir kitlenin sözcüsü olma" durumu ve daha önce bahsettiğimiz "ideolojik fikirlerin şiirin önüne geçmesi" durumu Necip Fazıl'da da vardır.

Necip Fazıl'da yadsınamaz bir "fikrini şiir olarak söyleme" yeteneği vardır, fakat bütün hayatı boyunca hep aynı şiiri yazmış olması onu kopyanın kopyasına, kendini tekrar etmeye doğru götürmüştür. "İslam Yolu"nu benimsemeden önce yazdığı şiirlerini reddetmesi onun "fikri sanatın önüne geçirdiği"nin bir delili olabilir. İlk zamanlarından son zamanlarına kadar hep aynı şiiri yazmıştır, dil olarak, yapı olarak. Değiştirdiği tek şey ideolojisidir, ve şiirinin konusudur.

İki şair de şiiri bir "araç" olarak görmekte. Fakat Nazım sanatını boşlamamış, işi slogan şiirine ya da kuru propagandaya çevirmemiştir. Karısına yazdığı mektuplar, Moskova'dayken ülkesine ithafen yazdığı hasret şiirleri onun duyarlığını gösterirken, "Memleketimden İnsan Manzaraları" ile müthiş bir konu/biçim sentezine ulaşmış, "Rubailer" ile eski divan şiiri tarzıyla modern içeriği başarıyla ve özgün bir biçimde birleştirebilmiştir. Bu deneylerin her birisinde şiirin kalite düzeyinin düşmediğini, zekanın devrede olduğunu beliretlim. Fakat Necip Fazıl hep aynı noktada dönmüştür ve sanatı ideolojisine alet etmekten çekinmemiştir.

Necip Fazıl'da daha fazla baskın akıl görüyoruz, inancı akılla ortaya koyan, aklıyla doğayı inancına manipule edebilen. Büyük bir zekadır Necip Fazıl, fakat Nazım kadar büyük bir yetenek değildir, ya da o yeteneği törpülemeyi seçmiştir. Zekasını sanatını geliştirmek için değil de "nasıl daha iyi fikrimi anlatırım" düşüncesiyle kullanmayı seçmiştir.

Necip Fazıl'da yer yer müthiş imgeler, korkunç imgeler havada uçuşur. Nazım'da ise bir bilgelik vardır, o görkem ve kalın akan şiiri hep insana hissettirir.

Necip Fazıl'ın ideolojisinden sıyrıldığında çok iyi bir şair olarak görüleceğinden şüpheliyim. Ama büyük şairdir, zaten büyük şair büyük kitleleri harekete geçirmekle olunur.

Sonraki yazımızda garip dönemi öncesini ve onunla bağdaşmayan 30-40 senesi şairlerine bakalım.

Tanrının Gözü




Şimdi ilk olarak haber bu:


Görüntü müthiş, görsel bir zevk tabii ki. Fakat başlıktaki manevradan kıllandım hemen. Tanrının gözü falan zaten bir efsaneye dönüşmüş olan Milliyet'in internet sitesi haber yorumlarını galyana getirmek için mi yazılmış diye. Bir araştırma yaptım da değilmiş, günahını almayalım. Haber'in yurt dışı kaynakları da tanrının gözü diye bahsetmiş.

Haber'in altında artık klasikleşmiş bir yorum var "Tanrının gözü değildir, o her yerdedir, onun varlığının delilidir".

Bunun üzerine kafa yoralım biraz.

Ben müslüman bir anne babanın çocuğuyum da, aklımın az çok birşeylere ermesi zamanlarından beri kendi içimde tartışmıyor değilim, din, tanrı, cennet, cehennem diye. Kimbilir kaç arkadaşımla konuştum, kaç tanesine birşeyler anlattım, okudum ettim.

Nedir, bir Tanrı vardır, bizi yaratmıştır, evreni de bizim için yaratmıştır, burada yaptıklarımız başka bir alemde tartıya konulacaktır.

Bir kere bu tiyatro sahnesi durumu bana daha ilk başta saçma gelmekte. Bir Tanrı varsa (ki en başta söyleyeyim, ben Tanrı'ya inanıyorum) tüm evreni bizim için yaratmış olamaz. Milyarlarca gezegeni yıldız sistemi var, bu nasıl bir müsrifliktir o zaman. Uzaya da gerek yoktu ki, sadece tek gezegen yetiyor ne de olsa.

Şu tiyatro sahnesi de enteresan. Canlıları salıp hadi takılın, sonra ben sizi yargılayacağım denmesi. Üstelik kader/irade mevzusu var ki konuyu iyice içinden çıkılmaz hale getirecek.

Hiç dağıtmıyorum, bunlar sonra konuşulacak konular.

Ben Tanrı'ya inanıyorum. Cidden. Üstelik aklıma rağmen inanıyorum, inanmak istiyorum çünkü. Diğer önermeler bana daha dayanaksız geliyor. Big Bang falan mesela, hiç doğmamış, ezelden beri var olmuş bir yaratıcı olgusundan daha saçma geliyor. Aklım şu anda bile "nasıl daha saçma gelebilir?" diye isyan etse de senden daha büyük bir varlığa bağlanma ihtiyacı sanırım bu. Herşeyi çekip çeviren. Herşeyin berbat gittiği anda bir duan ile ortalığı gül badem yapabilen. Evet ben de insanım ve aklımı olayın dışında bırakmak bana çok daha rahatlatıcı geliyor. Belki asıl inandığım şey klasik "Tanrı" figürü yerine daha bir "doğa ana" ya da "enerji evreni" teorisidir.

Dinlere ise inanmıyorum.

Anlatmak istediğim ise şuydu; peki ne oluyor, kafasında bunu düşünmesi "sorgulamayacaksınız" komutuyla engellenmiş olan milliyet sitesi yorumcusu olan kişi, evrendeki bir kara deliği hemen "Allah'ın varlığının delili" görüyor.

Peki çıkıp bir ateist de bu olayı "Allah'ın olmayışının bir delili" olarak görebilir mi? Bence görebilir. Ya da bir Pastafarianist (evet o kadar yani) bu olayı "Flying Sphagetti Monster"ın bir delili olarak görebilir mi? Bence bu bile olabilir.

Peki bir olay aynı kategori içerisinde 3 ayrı olgunun da delili nasıl olabilir? İşte zurnanın zart dediği nokta burası. Herkes dünyayı kendi bakış açısından yorumluyor, ortaya da böyle binlerce din, binlerce hikaye, binlerce efsane çıkıyor. Başka birşey değil. Neye nasıl emin olabiliriz? Nasıl? Bunu öğrenmeyi çok istiyorum. Saf bir reddetmenin ya da katıksız ve sorgusuz bir kabullenişin de ötesine geçmek, tüm delilleri önüme koyup sezgilerim olmadan hareket etmek istiyorum. Çok mu şey istiyorum?

Eğer dinlere öngördüğü Tanrı gerçekse, bizi böyle sorularla ve sırlarla ortaya salıp bıraktığı için gerçekçi bir nedeni olmalı. Büyük ve tutarlı bir neden. Umalım ki olsun.

Bu arada araştırırken daha güzel bir Tanrı gözüne denk geldim. onu da koyayım, postu bitirelim.

Bir yazı ve bir adam


Bekr Coşkun'un hoş bir yazısına denk geldim. "Rock Çocukları" isimli yazının linki burada.



İşin empati yönü çok hoş tabii de, Başbakan'ın açıklaması ilgimi çekti. Bu ülkenin Başbakanı "benden olmayan benden kötüdür" zihniyetinde hala.

“...Giderken maalesef gençliğimizin bir bölümünün halini gördük. Üzüntü vericiydi. Böyle sınırsız-kontrolsüz bir ahlaki erozyonun olduğu yapılanma bizi dertlendiriyor” Bu da yazıdan alıntıladığım Erdoğan konuşmasından bir kesit. Arap zihniyetinde takılan adamlardan bu laf gelir tabi ne gelicek.

Komik tabi.


Şimdi Cumhuriyet sonrası filizlenip 40'larda bir kimlik kazanan, 50'lerde çıldırıp 60'lar ve 70'lerde yerini belirleyen bir şiirimiz var. Bunun üzerinden şairlere kısım kısım bakarak geçeceğiz.


Ölçütlerimiz belli, başlıkta bahsettik. Dikkate değer adamları konuşacağız burada, şiirmizi kuranları.

Yahya Kemal ve Ahmet Haşim belirgin ilk yıllarda, işte sonra Hececiler, Yedi Meşaleciler çıkıyor ama silinmeleri uzun sürmüyor. Onlardan da kalanlar var tabii ki. Ama Yahya Kemal, şiirimizin büyük adamından başlayalım.

Nedir Yahya Kemal, hem Batı şiirini hem Divan şiirini çok iyi incelemiştir, ve bunlardan çok klasik, çok ustaca bir şiir çıkarmıştır. Yetenek olarak çağına bakılarak emsalsiz olduğunu düşünüyorum, kurduğu yapı ustalık doludur. Bu onu - her şairin şiirinde görülmediği üzere- başarılı ve büyük bir şair de yapabilmiştir. Bir de şu yanılgının üstünden geçelim; Yahya Kemal'e buradan, bu çağdan baktığımızda ne kadar antik-eski-sade gözüküyor değil mi? Hiç deneysel sulara girmemiş gibi, kurduğu basit ve akıcı yapıda ilerlemiş gibi? Büyük yanılgıdır bu, Yahya Kemal'in kurduğu şiir başlı başına bir deneydir. Türkçeyi bu kadar akıcı hale getirmesi, böyle bir şairanelik büyük bir deneydir ve başarılı olmuştur. Fransa gezisinden geldiğinde "...ve sallandıkça o dallar, alevden portakallar" dizesini söyleyebilen bir şairden bahsediyoruz, daha ortada bu düzeyde hiç birşey yokken.

Haşim daha kapalı ve daha gizemli şiir söyleyen bir bağdat göçmenidir. Yetenek olarak Yahya Kemal kadar üst noktalarda göremiyorum onu. Sonraki kuşağı etkilemiş şiirleri bellidir; "Bir Günün Sonunda Arzu", "Parıltı", "Merdiven" gibi.

Haşim bilindiği gibi açık alanen yazılmış şiire karşıydı. Paris'e gittiğinde bir garsondan varlığını öğrendiği sembolizmi benimser. Fakat belirttimiz gibi, kapalı ve gizemli havası onu Cumhuriyetin ilk döneminde ünlü ve başarılı bir şair yapmıştır. Her daim büyük şair olarak anılacaktır, ben de katılıyorum bu görüşe. Giriştiği sembolist deney, Türk şiirine Batı'dan getirdiği gizemli-kapalı atmosfer yadsınacak şeyler değildir. Ama belirttiğimiz gibi, yetenek olarak üst düzey göremiyorum onu.

Aynı dönemde bir de Mehmet Akif gerçeği var, onu da atlamadan geçmeyelim. Bence Akif bir şairden çok bir hikaye anlatacıdır, bir manzume ustasıdır. Onu şair olarak göremiyorum bir türlü. Yeteneğinin ve zekasının modern şiirde yeri yok. Ama bahsettiğim gibi, bir milletin vicdanı ve sesi olabilmiştir, bu yüzden başarılıdır da. Fakat şair olarak kesinlikle değil.

Sonraki kuşakta 2 büyük şair öne çıkıyor; Nazım Hikmet ve Necip Fazıl. Burada duralım ve serinin sonraki yazısında konuya devam edelim.

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Blogger Template by Blogcrowds